İşte Osmangazi Üniversitesi'nden Prof. Dr. Metin Kale'nin Cumhuriyet Gazetesi'ndeki yazısı.
Dünya Savaşı, Avrupa’da 28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’a savaş ilan etmesiyle başladı. Ancak savaşın hemen başlarında Batı’da ve Doğu’da Alman saldırıları durakladığı için Almanlar Türkiye’nin bir an evvel savaşa girmesi için baskı uygulamaya başladılar.
Osmanlı Devleti savaşın başında silahlı tarafsızlık ilan etti. Her şeye egemen olan ve Türkiye’nin geleceğini Alman ordularının Avrupa’daki başarılarında gören, Harbiye Nâzırı ve Başkomutanvekili Enver Paşa 26 Ekim’de Alman Amiral Suşon’a Karadeniz’e açılması iznini verdi. Yavuz (Goeben) ve Midilli (Breslau) ile birlikte on bir parçadan oluşan Amiral Suşon komutasındaki Türk donanması 27 Ekim sabahı Karadeniz’e açıldı ve 29 Ekim sabahı Rusya’nın Odessa, Sivastopol ve Novrosiski limanlarını bombardımana tuttu. Böylece Türkiye 29 Ekim 1914’te fiilen Birinci Dünya Savaşı’na girmiş oldu. Osmanlı’nın kaderi zaten 9 Haziran 1908’de Reval’de Rus Çarı II Nikola ve İngiliz Kralı 7. Edward arasındaki görüşmelerde belli olmuş, paylaşılmasına karar verilmişti.
Teslimiyet anlaşması
Büyük Harp’in uzun seneleri zarfında millet, yorgun ve fakir düşmüş, ülkeyi dünya savaşına sokan İttihat ve Terakki’nin lider kadrosu kendi hayatlarının endişesine düşerek Türkiye’den ayrılmışlardı. Padişah şahsının ve sadece tahtının telaşı içinde, Damat Ferit hükümeti, aciz ve kurtuluşu ancak İngilizlerle anlaşmada bulmaktadır. Devlet 30 Ekim 1918’de Mondros’ta İtilaf Devletleri’yle koşulları ağır bir teslimiyet antlaşması imzaladı. İtilaf Devletleri Mondros’un özellikle 7. maddesinden yararlanarak ülkenin hemen her yerini işgal etmektedir. İşgallerle beraber katliamları da yaşayan bu çilekeş, inançlı, vatansever ve gururlu Türk milleti dış düşmanla boğuşurken, yüreği yanarak içerideki işbirlikçilerin de ihanetine uğramaktaydı. Nâzım, o günler için “Ateşi de, ihaneti de görmüş bir milletiz” diyor. Bütün bu ağır dış ve iç koşullara rağmen gür sesiyle ilk günden itibaren Mondros’a karşı çıkan, ulusun başına neler örülmekte olduğunu haykıran bir Mustafa Kemal vardır. Askeri ve siyasi dehasıyla Anadolu ihtilalini gerçekleştiren ve beş yıl süren müthiş bir mücadelenin sonunda Mustafa Kemal Cumhuriyet’i kurdu.
Erzurum Kongresi
Ancak Cumhuriyete giden süreçte çok mihnetler yaşanmıştır. Gerçek anlamda “Cumhuriyet” üzerinde ilk düşünen Atatürk’tür. Erzurum Kongresi günlerinde “Muhakkak ki var olan hükümet biçimi ülkenin refah ve mutluluğuna ve gelişmesine yeterli gelmeyecektir. Başka bir hükümet biçimi arayıp bulmamız gerektiği kanısındayım” şeklindeki Mazhar Müfit Kansu’nun sorusuna 23 Temmuz 1919 gecesi Mustafa Kemal şöyle yanıt vermiştir.
“Zaferden sonra şekl-i hükümet Cumhuriyet olacaktır.”
Diğer taraftan Anadolu’daki gelişmeleri izleyen İngiliz gizli servisi Londra’ya, Sivas Kongresi sonrası bir “Anadolu Cumhuriyeti” kurulacağını bildiriyor ve İstanbul’da İngiliz Yüksek Komiser Amiral de Robeck de Lord Curzon’a gönderdiği şifrede Milli Mücadele’nin Cumhuriyete dönüşeceğinin işaretlerinden bahsediyordu. The Times gazetesi de 22 Eylül 1919 da “Sivas’taki Anadolu Cumhuriyeti” başlığını kullanmıştı.
Cumhuriyetin ilanından 2 yıl sonra, Ekim 1925’te Fahrettin Altay Paşa Çankaya’da Atatürk’ün misafiridir. Zihnini hep meşgul eden, Cumhuriyetin niçin ve neden 29 Ekim’de ilan edildiğini öğrenmek ister. Anlattıklarına kulak verelim: “Atatürk hep mazlum bir millet derdi. Cumhuriyetin ilanından epey bir süre geçmişti. Ben de, hep neden 29 Ekim diye kendi kendime sormuşumdur. Bir gün Çankaya’da sofra dağıldıktan sonra, ‘Paşam benim dikkatimi çekmiştir. Hep düşündüm. 30 Ekim 1918 günü mütareke ilan edildi. Adana’daki karargâhınızdan Başkent’e (İstanbul’a) verdiğiniz şifreyi hatırlıyorum. Şimdi aradan zaman geçti, Cumhuriyet’imizin ilanının 29 Ekim gecesine gelmesi acaba bir tesadüf müdür? Üç gün evvel, beş gün sonra da olabilirdi’ diye sordum”. Bunun üzerine Atatürk şunları söylüyor:
“Mütarekenin ilk günlerini hatırlarsın. Saray ve hükümet teslimiyeti kabul etmişti. Hükümet sarayın, saray da İtilaf Devletleri’nin elinin altına girmişti. Saray bu halinden memnundu. Fakat, ben bunu kabul edemezdim. Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek, bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek, ortadan kaldırmak isteyenlere karşı harekete geçmek için kendimi vazifeli saymıştım. Dünyada tek başımıza idik, fakat benim inandığım ideale benimle beraber olanlar da bağlandılar ve netice hasıl oldu. Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı. Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı. Peki, 30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti? Dört yıl. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan ettik. İşte beş yıla sığdırdığımız büyük inkılap, bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş, hangi milletin tarihinde vardır? Bu mazlum millet kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır, çektiğimiz acıların, sıkıntıların en büyük mükafatı işte budur. Bütün dünya bunu görmüştür. Daha da görecekleri vardır. Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir. Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası günlerdeki çektiğim azabı bilirsin. Yanımdaydın. Mondros 30 Ekim’dir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da bir milletin, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır.” Atatürk bir an durdu, Fahrettin Paşa’ya baktı ve sonra elini masanın üzerine vurarak: “Deyiniz ki, bu tarihten silinmek istenilen bir milletin öcüdür…” Fahrettin Altay’ın “Ama bundan hiç bahsetmediniz” demesi üzerine, Atatürk “Övünmek olur, övünmek benimle beraber mefkureye inananların, milletin, ordunun hakkıdır” der. Fahrettin Altay’ın Atatürk’ün bu olaya bakışıyla ilgili düşüncesi şudur: “…Cumhuriyetin ilanı üç gün önce, iki gün sonra da olabilirdi. Bazı akımlar vardı, onlara karşı harekete geçmişti. Ama dikkatimden kaçmayan husus, müzakerelerin bir an evvel bitmesini istemesiydi. Adana’dan İstanbul’a verdiği şifrede yanında bulunduğum için, mütareke koşullarına olan şiddetli itirazını ve o günkü azabını çok iyi biliyordum. Diyelim ki, bu bir milletin öcüdür sözünden bir netice çıkarabiliyorum, belki iki neticeyi birden elde etmek istemişti.”
“Dâhi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik der” diyen Atatürk, Cumhuriyetin tarihini seçerken bile, dünyaya ve Türk ulusuna bir deha örneği daha göstermiş oluyordu.
Her anlamı ile büyük Türk ulusunun öz ve aziz malı olan Cumhuriyet kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek ve sonsuza dek yaşayacaktır.
31 Ekim 2011 Pazartesi
Emre KONGAR: GOP Neyi Amaçlıyor!
GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU VE KUZEY AFRİKA
PROJESİ GOP SEMPOZYUMU
8 Kasım 2004
İSTANBUL TÜRKİYE
Buna pek çok kişi "küreselleşme" diyor.
Küreselleşme döneminde, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, Amerika Birleşik Devletleri'nin egemenliğindeki dünyanın yeniden biçimlendirilmesi için de "Yeni Dünya Düzeni" adı altında bir yapılanma modeli gündeme getirildi.
Bu modelin oluşması biri uzun erimli bir değişimin öteki ise çok daha kısa dönemdeki bir olgunun sonucuydu.
Uzun erimli oluşum, dünyanın Tarım ve Endüstri Devrimlerinden sonra "İletişim-Bilişim Devrimi" veya "Bilgi Toplumu" ya da "Uzay Çağı" gibi ifadelerle tanımlanan yeni bir devrime girmiş olmasıydı.
Kısa dönemdeki olgu ise, 11 Eylül 2001'de Amerika'yı da vuran "Küresel Terörün" ortaya çıkışıydı.
GOP'un nesnel bir değerlendirilmesi ancak hem uzun erimli hem de yakın zamanda meydana gelen bu iki nedenin dikkate alınmasıyla olanaklı olacaktır.
Birinci olarak, "İletişim-Bilişim Devrimine" baktığımızda, dünyanın Tarım Devrimi ve Endüstri Devriminden sonra üçüncü büyük dönüşümün içine girdiğini görüyoruz.
Tarım Devrimi, dünyaya ideoloji olarak tek tanrılı dinleri, devlet biçimi olarak mutlakıyetçi din-tarım imparatorluklarını ve din adamları ile toprak ağalarının yönetiminde, köle köylülerden oluşan bir sınıfsal yapıyı getiriyor.
Mısır uygarlığı ile başlayan bu dönem, Roma ve Osmanlı gibi imparatorluklarla devam ediyor.
Dönemin ekonomik değeri toprak; savaşlar ise dini ideoloji altında, toprak almaya ve alınan toprağı korumaya yönelik savaşlardır.
Endüstri devrimi, insanlığa ideoloji olarak ulusçuluğu, devlet biçimi olarak laik ve demokratik ulus devletleri, üretim olarak fabrikalardaki imalatı, ekonomik değer olarak ham madde ve mamul madde pazarlarını, sınıfsal yapı olarak da sermaye ve işçi sınıflarını getiriyor.
Savaşlar artık ulusçuluk ideolojisi altında ham madde ve mamul madde pazarı elde etme savaşları, dönemin egemeni ise sanayi devrimine öncülük ederek bir sömürge imparatorluğu kurmuş olan İngiltere'dir.
Birinci Dünya Savaşı, din tarım imparatorluklarını tümüyle tasfiye ederek ulus devletlerin egemenliğini ortaya çıkarmış, İkinci Dünya Savaşı ise, bu çerçevede bir üst aşamaya geçme iddiasında olan Sovyetler Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri arasında bölünmüş bir dünya ve bir Soğuk Savaş üreterek, İngiltere'nin egemenliğine son vermiştir.
Şimdi insanlık, Endüstri Devrimi'nden, adı ne olursa olsun yeni bir devrim aşamasına geçerken, Amerika Birleşik Devletleri, Soğuk Savaş'ın bitiminden sonra tek egemen olarak kaldığı dünyadaki liderliğini sürdürmek için, bu yeni biçimlenme döneminde, yeni bir düzen oluşturmak istemektedir.
Endüstri devriminin ana kaynaklarından biri olan petrolün yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğinde tükenme sinyalleri vermesi, Çin'in gittikçe gücü artan yapısı, küresel terörün yaygınlaşması, Amerika Birleşik Devletlerini, bu yeni yapılanmanın kaçınılmazlığı konusunda ivedi kararlar almaya yönelten "yakın nedenler" arasındadır.
Tam noktada, ikinci olarak Küresel Terör olgusuna bakmamız gerekmektedir.
Gerek yaklaşan petrol krizi, gerekse Çin'in yakın gelecekte bir küresel güç olarak ortaya çıkmasının yaratacağı sorunlar Amerika Birleşik Devletleri'ni ivedi önlemler almaya iterken, Soğuk Savaş sırasında bizzat kendisinin Sovyetlerle mücadele için yarattığı Radikal Siyasal İslami örgütlerin, Soğuk Savaş sonrasında, hedefsiz kalarak Ortadoğu Savaşı'nı bahane edip New York'a ve Washington'a saldırması, küresel terörün, bu Yeni Dünya Düzeni'nin oluşturulmasında işlevsel bir neden olarak kullanılması olanağını sağlamıştır.
Bir başka deyişle, insanlığın içine girdiği üçüncü büyük devrim çerçevesinde dünyadaki egemenliğini sürdürmek için yeni bir yapılanma arayan Amerika Birleşik Devletleri, Radikal Siyasal İslami örgütlerin bütün dünyaya ve kendisine yönelttiği tehdidi, bu yapılanmanın gerekçesi olarak kullanma olanağına kavuşmuştur.
İslam coğrafyasının petrol kaynakları ile çakışan niteliği ve Orta Asya'nın Çin ile olan komşuluğu, küresel teröre karşı girişilen savaşta, Amerika Birleşik Devletleri'nin Yeni Dünya Düzeni açısından yakın sorunlar olarak gördüğü tehlikelere karşı ivedi önlemler almasını kolaylaştırmıştır.
Değişen dünya düzeni bağlamında, ortaya çıkacak olan petrol krizi ve Çin'in küresel gücü ile başa çıkabilecek önlemler, küresel teröre karşı alınacak önlemlerle uyum içinde görünmektedir.
İşte GOP'un tam adına baktığımızda, bu stratejinin uygulanacağı coğrafyanın ve eylemin açıkça tanımlandığını görmekteyiz:
Projenin tam adı şöyle:
"Geniş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Ortak bir Gelecek ve İlerleme için Ortaklık".
"Geniş Orta Doğu"dan kastedilen coğrafya, Orta Asya'dır. Buna Kuzey Afrika da eklendiği anda, Amerika Birleşik Devletleri'nin dünyaya hangi alanlarda müdahale edeceği ortaya çıkmaktadır.
"Ortak bir Gelecek ve İlerleme için Ortaklık" ifadesi ise, bu bölgedeki uzun erimli amacı yeterince açıklamaktadır:
Amerika Birleşik Devletleri, bizzat Başkan Bush'un ağzından açıklandığı biçimde bu yörelere, aynen İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya ve Japonya'ya götürdüğü gibi demokrasi götürmek istemektedir.
Oysa unutmamak gerekir ki, Almanya ve Japonya yeterince endüstrileşmiş ülkeler olarak demokrasiyi kurmaya ve geliştirmeye elverişli bir ortama sahiptiler.
Oysa Genişletilmiş Orta Doğu coğrafyası, özellikle Ortadoğu bölgesi, henüz Tarım Dönemi aşamasında, aşiret ve mezhep esasına göre örgütlenmiş bir toplumsal yapıya sahiptir.
Yani bu bölgeye dışardan demokrasi ithal etmek, mevcut toplumsal ve ekonomik yapı açısından pek olanaklı görünmemektedir.
Bu durumda, ilan edilen amaç ne denli yüce ve demokratik görünürse görünsün, fiilen meydana gelecek durum, Amerika Birleşik Devletleri'nin bu bölgedeki askeri ve siyasal egemenliği olacaktır.
Bugün, Amerika Birleşik Devletleri'nin gerek Afganistan gerekse Irak savaşlarının ardında da, GOP'un arka planında da,Huntington'un kuramsal açıdan dile getirdiği bu düşmanlığın izlerini görmek olanaklıdır.
Bu nedenle Huntington'un kuramına bu çerçevede yeniden çok kısaca bir göz atmak gereklidir:
Huntington'un genel yaklaşımı aşırı seçkinci yani faşist bir nitelik taşır:
- Huntington'a göre "Batı" tek ve biricik nitelikli bir uygarlıktır.
- Batı'ya ulaşılamaz ve Batı Uygarlığı taklit edilemez.
- Huntington'un Toynbee'den ödünç aldığı teze göre, her uygarlık ancak bir meydan okuma ile karşılaştığı ve bununla başa çıktığı zaman gelişir ve devam eder, yoksa gevşer ve yok olur gider.
- Soğuk Savaş bitmeden önce, Sovyetler Birliği'nin liderliğindeki Doğu Bloku, Batı için böyle bir tehdit oluşturuyor ve Batı'yı uyanık, dinamik ve gelişme çizgisinde tutuyordu.
- Sovyetler Birliği çöktükten sonra, Batı Uygarlığı'nın önündeki tehdit kalktığı için, bu uygarlık rehavete kapılma ve dinamizmini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.
- Batı uygarlığını uyanık ve dinamik tutabilmek, gelişmeyi sürdürmesini sağlamak için karşısına yeni düşmanlar bulmak gerekir, bunlar da sırasıyla İslam ve Sind (Çin) uygarlıklarıdır.
- Geri kalmış bir İslam toplumunda bir ulus devlet modelini kuran Atatürk, bu modelini, Batı emperyalizmine karşı verdiği savaşla gerçekleştirdiği için, Batılıları korkutmaktadır.
- Türkiye, Huntington'un "olamaz" dediği Batılılaşmayı Atatürk'ün önderliğinde ve üstelik de Müslüman bir toplumda gerçekleştirmiştir.
- Bu niteliği ile Atatürk Türkiye'si , Huntington'un tezlerinin tümüyle yanlış olduğunun yaşayan bir kanıtıdır. Bu nedenle de İslami yapıya geri döndürülmesi gerekir.
- Nitekim, Huntington, Atatürk'ün çok büyük bir devrimci olduğunu zorunlu olarak kabul ettiğinden bu "geri döndürme" işlemi için, ancak onun kalibresinde (terim aynen onundur) bir devlet adamına gereksinme duyulduğunu belirtir.
- Huntington, son derece ilginç bir biçimde ve "Sureta Haktan görünerek", "insan hakları kadın hakları gibi değerler Batı'nın değerleridir. Yani emperyalist değerlerdir. Siz İslam Alemi'nde kendi değerlerinize sahip çıkın bu emperyalist değerlere inanmayın" demektedir.
- Böylece Batı'nın, sömürgeleştirdiği yerlerde, Mustafa Kemal Atatürk'ün yaptığını önlemeye, Batı değerlerinin bu sömürgeciliğe karşı kullanılmasını engellemeye çalışmaktadır.
- İşte Amerika'nın "ılımlı "İslam" projesinin altında yatan gerekçe budur: Amerikan nüfuzu altına alınacak bölgelerdeki halkların Batı değerlerini benimseyerek, Batı'nın sömürgeciliğine karşı çıkmalarını engellemek ve İslam'ın Tarım Dönemi değerlerini geçerli kılarak, bu değerler aracılığı yoluyla Amerika ile işbirliğine gitmelerini, yani ikinci sınıf müttefikler olmalarını sağlamak.
Fukuyama'nın son kitabı State Building adını taşıyor. (Profile Boks Ltd, London, 2004)
Alt ismi ise, "Governance and World Order in the Twenty-First Century".
Türkçe'ye "Devlet Kurma", "Yirmibirinci Yüzyılda Yönetişim ve Dünya Düzeni" diye çevrilebilir.
Fukuyama bu kitabında Yirmibirinci Yüzyıl dünyasını çözümlüyor ve bu dünyanın nasıl biçimlenmesi gerektiği konusunda önerilerini sıralıyor.
Kitap, Amerika Birleşik Devletleri'nin başını çektiği GOP projesinin de anahatlarını oluşturuyor.
Çeşitli yazar ve düşünürlerin "Ulus devlet bitmiştir; Yeni dünya düzeninde Ulus Devlet modelinin yeri yoktur" görüşüne karşılık, Fukuyama, Yirmibirinci Yüzyıl Dünyası'nın temel siyasal biriminin Ulus Devlet olmasını öngörüyor.
Fukuyama'ya göre, hiçbir uluslar arası federal örgütlenme ya da bir uluslar arası örgüt, dünya üzerindeki yoksulluk, terör, uyuşturucu gibi sorunlarla, Ulus Devletler kadar etkili bir biçimde mücadele edemez.
Yaklaşık bir kuşak boyunca, dünya politikasının, devletin küçültülmesi yönünde olduğuna işaret eden Fukuyama:
"11 Eylül'den sonraki dönemde, dünya politikasının temel sorunu devleti geri çekmek değil, tam tersine onu güçlendirmektir. Gerek tek tek toplumlar, gerekse tüm dünya insanlığı için, devletin yok edilmesi, bir ütopyanın değil, bir felaketin başlangıcıdır"diyor (s.162).
Tabii Fukuyama'nın sözünü ettiği devlet, "küçük fakat etkin" bir devlet.
Dünyadaki ülkeleri, "Devlet fonksiyonlarının yaygınlığı" ve "Devletin gücü" ölçütlerine göre sınıflayan Fukuyama, Türkiye ve Brezilya gibi ülkeleri, "fonksiyonları yaygın ama güçsüz" devletler arasında sayarken, Amerika'yı, "fonksiyonları az ama güçlü devlet" sınıflamasına sokuyor. Fransa ile Japonya ise hem fonksiyonları yaygın hem de güçlü devlet kategorisinde yer alıyor (s.15).
Tabii Fukuyama'nın tüm dünya için, "fonksiyonları dar ama güçlü devlet" modelinden yana olduğunu; bu modeli herkes için önerdiğini eklemeye gerek yok.
GOP ile Fukuyama'nın son kitabı arasındaki ilişkiler son derece doğrudan ve çok açık.
Amerika Birleşik Devletleri, terör, yoksulluk, uyuşturucu gibi dünya çapındaki sorunlarla savaşmak için, "Geniş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile, Ortak bir Gelecek ve İlerleme için Ortaklık" öneriyor.
Son G-8 toplantısının gündemini de bu proje oluşturuyor.
Tabii, bu projenin nasıl hayata geçirileceği çok önemli bir konu.
Amerika'nın Irak politikası bu açıdan büyük önem kazanıyor.
GOP'ta, Birleşmiş Milletlerin ve NATO'nun oynayacağı rol ve Türkiye'ye biçilen görev de bu çerçevede tartışılıyor.
Fransa, Chirac'ın ağzından kuşkularını dile getiriyor.
ABD, GOP'ta da, Irak'ta bugüne kadar izlediği politikaları uygularsa, dünyayı büyük bir felaketin beklediğine kuşku yok.
Komisyon "Amerika'ya yönelik terörist saldırıları" irdelediği raporu yazmak için 2,5 milyon sayfa belge incelemiş, on ülkeden, 1200'den fazla kişi ile konuşmuş.
Raporun bir bölümü "Sürekli Büyüyen İslamcı Terörün Önlenmesi" adını taşıyor.
Bu bölümde Komisyon dokuz öneri sıralamış. (ss.374-383).
Ayrıntılı biçimde ifade edilen öneriler uzun uzun açıklanmış.
Raporun bu bölümü, Amerika Birleşik Devletleri'nin İslam Dünyası'nda yoğun ilişkiler kurmuş olduğunu ve bu ilişkilerin gelecekte de süreceğini vurgulayarak başlıyor.
Amerika'nın, İslam Dünyası'na yaptığı büyük yardımlara karşın, bölgedeki ülkelerde yaşayanların gözünde hiç de olumlu bir yere sahip olmadığı saptamasına yer verilerek, Endonezya'dan Türkiye'ye kadar, araştırma yapılan bu ülkelerde yaşayanların üçte ikisinin Amerika'nın kendilerine saldırmasından korkmakta olduğu belirtiliyor.
İslami cihad anlayışının, Amerika'yı İslam karşıtı olarak tanımladığını da kaydeden komisyonun önerileri kısaltılmış haliyle şöyle:
- Amerika, dünyanın ahlaki liderliği konusunda iyi bir örnek oluşturduğu, halka insanca muamele edilmesine, hukukun üstünlüğüne inandığı ve komşularına açık elli ve koruyucu olarak davrandığı konusunda açık bir mesaj vermelidir. Amerika ve dostları Müslüman anne-babalara, çocukları için Usame Bin Ladin'in önerdiğinden çok daha iyi bir gelecek verebilecekleri konusunda büyük bir avantaja sahiptir. Arap ve İslam Dünyası'nın akıllı liderlerinin görüşleri dikkate alınırsa, bu konuda yumuşak bir fikir birliği sağlanabilir.
- Dost bile olsalar, Müslüman hükümetler bu ilkelere saygı göstermedikleri zaman Amerika daha iyi bir gelecek için buna karşı çıkmalıdır. Soğuk Savaş döneminden alınan derslerden biri baskıcı ve zalim hükümetlerle yapılan kısa dönemli işbirliklerinin uzun vadede ters teptiğidir.
- Amerika, ilkelerini ve değerlerini yurt dışında ısrarla savunmalı, Somali, Bosna, Kosova, Afganistan ve Irak'taki Müslümanları diktatörlere ve suçlulara karşı korumalıdır. Amerika kendini İslam Dünyası'nda tanıtmak üzere girişken olmazsa, aşırı uçlar, bu eksikliği Amerika'nın aleyhine yaratacakları imajlar açısından çok daha iyi kullanırlar.
Arap ve İslam halklarının büyük ölçüde uydu televizyonu ve radyo izledikleri düşünülürse, televizyon ve radyo yayınları Arap Dünyası'na, İran'a ve Afganistan'a yönelik olarak bu amaçla kullanılmalı, bu alana daha büyük fonlar ayrılmalıdır.
Amerika, burslar, değişim programları ve kütüphaneler konusunda gençlere yönelik yeni programlar oluşturmalı, onlara bilgi ve umut aşılamalıdır. Bu programların Amerikan vatandaşlarından gelen yardımlar olduğu anlatılmalıdır.
- Amerikan Hükümeti öteki ülkeleri de, kurulacak olan yeni bir "Uluslararası Gençlik Olanakları Fonu"a katkıda bulunmaya çağırmalı, fonlar, kendi ilk ve ortaöğretim eğitimlerine yatırım yapan Müslüman ülkelerde doğrudan kullanılmalıdır.
- Terörizmle savaş için oluşturulacak kapsamlı bir Amerikan stratejisi, ekonomik kalkınmayı, açık toplumu ve insanların aileleri ve çocukları için daha iyi yaşam koşullarını sağlayacak ekonomik politikaları içermelidir.
- Amerika, İslamcı teröre karşı öteki ülkeleri de içine alacak kapsamlı bir koalisyon stratejisi oluşturmalıdır. Her ne kadar terörizmle mücadelede çok taraflı bir çok kurum varsa da, en önemli politikalar, koalisyon hükümetleri ile tartışarak ve eşgüdüm sağlanarak oluşturulabilir. Örneğin, teröristlerin sığındıkları alanlara yönelik ortak stratejilere dayalı önlemler, bu konuda iyi bir başlangıç noktası oluşturabilir.
- Amerika, dostlarını da, yakalanan teröristlerin göz altında tutulması ve bunlara insanca muamele edilmesi konusunda ortak bir stratejide birleştirmelidir. Bu konuda Cenevre antlaşmasının üçüncü maddesinden yararlanılarak yeni ilkeler oluşturulabilir.
- Raporumuz en az on yıldan beri El Kaide'nin kitle imha silahları üretmeye veya elde etmeye çalıştığını göstermektedir. Birleşik Amerika'nın bu konuda ilk hedef olduğuna hiç kuşku yoktur. Kitle imha silahlarının geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması uluslar arası örgütlenmeler aracılığıyla da engellenmelidir.
- Teröristlerin finansman kaynaklarının izlenmesi ve saptanması terörizme karşı olan mücadelenin en önemli ögesidir. Teröristlerin para kaynakları hakkındaki bilgiler, terörist örgütlenmenin niteliği, bunların araştırılması ve etkinliklerinin önlenmesi konusunda çok yardımcı olmuştur. İstihbarat ve güvenlik güçleri El Kaide gelir sisteminin çekirdeğinde yer alan az sayıda finansörü hedeflemiş ve bu önlemler işe yaramıştır. Pek çok önemli finansörün yakalanması yada ölümü, El Kaide fonlarının kullanılabilir miktarını azaltmış ve hem para toplama hem de eldeki paranın hareket olanaklarını sınırlamıştır. Ayrıca yakalananlardan elde edilen istihbarat terörizmin engellenmesinde de kullanılabilecektir."
Yukarda çok kısa olarak alıntıladığım önlemler, Amerika'nın İslam Dünyası'na karşı, ekonomik kalkınmayı, eğitimi ve iletişim olanaklarını da içeren "topyekun" bir yaklaşım sahibi olduğunu gösteriyor.
İşte Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'nin belkemiğini bu yaklaşım oluşturmaktadır.
Öyle anlaşılıyor ki, Amerika Birleşik Devletleri, dünyanın içine girdiği yeni değişim döneminde de liderliğini sürdürmek için yeni bir yapılanma öngörmekte ve bu yapılanmanın alanı olarak da "Genişletilmiş Ortadoğu" dediği Kuzey Afrika'dan Orta Asya'ya kadar uzanan bir bölgeyi seçmiş bulunmaktadır.
Her ne kadar bu yaklaşımın arkasında petrol kaynaklarının tükenmesi ve Çin'in gelişmesi yatıyorsa da, İslami Terör olgusu GOP'un ivedi biçimde yaşama geçirilmesinde önemli bir işleve sahiptir.
Amerika, 11 Eylül 2001'deki İslam terörüne karşılık olarak yaptığı Afganistan harekatından sonra, "önleyici vuruş" veya "önleyici üstünlük" diye çevirebileceğimiz "preemptive preeminence" askeri stratejisi ile, yine İslam terörizmini gerekçe olarak kullanmış ve kitle imha silahlarıyla El Kaide ilişkilerini bahane ederek Irak'ı işgal etmiş ve böylece Ortadoğu'ya yerleşmiş görünmektedir.
Amerika'nın Irak'a girmek için kullandığı bahanelerin gerçek olmadığı anlaşılmış ama kendisine hedef olarak belirlediği "Irak'a demokrasi götürmek" işlevi gündemden kalkmamıştır.
Oysa toplumsal alt yapısı henüz Tarım Dönemi özellikleri taşıyan yani büyük ölçüde Endüstri Devrimi öncesi aşiret ve mezhep çizgilerinde örgütlenmiş bir topluma kısa zamanda, örneğin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Japonya ve Almanya'ya yapıldığı gibi, dışardan demokrasi götürmek hiç de olanaklı değildir.
Nitekim bu gerçeği yaşayarak öğrenen Amerikalılar, bir süre sonra Irak için, gerçek demokrasiden vaz geçerek "İslami Demokrasi" öngördükleri gibi, demokrasinin ruhuyla ve özüyle bağdaşmayan bir modeli gündeme getirmişlerdir.
Hiç kuşkusuz, Irak deneyimi, GOP'ta neler yapılabileceğini ve neler yapılamayacağını belirleyen bir ön uygulama niteliği taşımaktadır.
Amerika'nın ekonomik kalkınma ve gelişme üzerine oturttuğu, özellikle gençlere, ama esas olarak tüm halklara yönelik olarak planladığı, eğitim ve medya alanlarını da kapsayan büyük "teröre karşı demokrasi atılımı", zaten Endüstri öncesi toplum nitelikleri taşıyan yerlerde, "İslami bir çizgiye" dayandığı ölçüde başarısız kalmaya mahkumdur.
Bugüne kadar, özellikle teröristleri üreten ideolojik yapının Amerika'yı "İslam düşmanı" olarak tanımlamasının, bu ülkede yol açtığı rahatsızlık anlaşılabilir bir duyarlılıktır.
Ayrıca böyle bir "İslam düşmanlığı" etiketi, Amerika'nın öne sürdüğü her reform programını da daha baştan sakat hale getirebilir.
Bu açıdan, ürettiği reform planını İslam Alemi'nde uygulamak isteyen Amerika'nın bütün projeyi bir "Ilımlı İslam" eksenine oturtmak istemesi oldukça anlaşılabilir bir yaklaşımdır.
Ama "Ilımlı İslam" yaklaşımının zayıf tarafı, zaten toplumsal yapıları demokrasiye uygun olmayan ülkelerde uygulanması halinde, demokrasi yerine, kullandığı ideolojik çerçeveden dolayı teröre hizmet etme olasılığının çok daha yüksek olmasıdır:
Çünkü toplumun genel siyasal-ideolojik yapısı laik ve demokratik ilkelere göre biçimlenmediği sürece, gerçekleştirilen her atılım, ulaşılan her teknolojik ve eğitimsel aşama mevcut yapının "İslam" anlayışı çerçevesinde değerlendirilecek, böylece "İslam terörizmini" üreten ve besleyen ortam daha da güç kazanacaktır.
Nitekim İslamcı teröristler üzerinde yapılan araştırmalar, bunların umutsuz ve yoksul insanlar kadar, eğitimli ve bilinçli orta sınıf bireylerinden de oluştuğunu göstermiştir.
Dolayısıyla, GOP'un başarı şansı, ancak laik temeller üzerinde yükselen gerçek bir demokrasi modeline dayanması ile olanaklıdır.
Yoksa, "Ilımlı İslam Demokrasisi" diye çarpıtılmış ve saptırılmış bir demokrasi modeli çerçevesinde yapılacak atılımlar, ters tepecek ve ilerde terörün de yaygınlaşması açısından hiç de istenmeyen sorunlar ortaya çıkacaktır.
Tabii, gerçek bir demokratik modelin kullanılması, ağırlıklı olarak İslami ideolojiye dayalı siyasal yapıların egemen olduğu bölgede çok zor bir iştir.
Mevcut siyasal iktidarlar böyle bir modeli kendi egemenliklerine bir meydan okuma biçiminde algılayabilecekleri için, bölge ülkelerinin hükümetlerinin desteğini almak çok zor olacaktır.
Ama unutmamak gerekir ki, terörizmle mücadelenin en etkili aracı gerçek bir demokratik yapılanmadır.
Türkiye'nin bölgede gerçek bir demokratik modele doğru örgütlenmiş olan tek İslam toplumu niteliği taşıması, bir yandan böyle bir modelin gerçekleşme şansına işaret ederken, öte yandan yalnızlığı ve biricikliği, böyle bir modelin uygulama zorluklarını gündeme getirmektedir.
2) Türkiye'nin Durumu
Türkiye, gerek bölgedeki tek ve biricik demokratik Müslüman toplum kimliğiyle, gerek GOP'un hemen hemen tam ortasında yer alan coğrafi konumu dolayısıyla, gerekse Amerika Birleşik Devletleri'nin "stratejik ortağı" olarak doğrudan doğruya GOP'tan etkilenecek hatta projenin uygulanmasında kendisinden öncü katkı beklenecek ülkelerin başında gelmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri, hem Soğuk Savaş döneminden kalma alışkanlıklarla, hem de Türkiye'deki iç politika dinamikleriyle uyumlu götürmek istediği dış siyaseti açısından "Ilımlı İslam" modelini bugünkü Türkiye için de desteklediğini belirten sinyaller vermektedir.
Irak'ın işgalinden sonra Türkiye ile komşu olan Amerika açısından Türkiye'nin "stratejik ortak" olarak önemi kuşkusuz daha da artmıştır.
GOP, bu önemi bir kez daha vurgulayacak bir proje olarak görünmektedir.
Bu durum, dış politikadaki stratejik tercihler açısından Türkiye üzerindeki Amerikan beklentilerini ve etkisini arttıracak niteliktedir.
Oysa özellikle Kuzey Irak bölgesi ve Türkiye'deki bölücü etnik terör açısından Türkiye ile Amerika arasında görüş ve uygulama farklılıkları vardır.
Öte yandan Türkiye Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerinde yeni sorunlarla karşılaşacak, yeni ilişkilerin temellerini atacaktır.
Burada aklıda tutulması gereken bir başka konu da Türkiye'nin bizzat GOP ülkeleriyle ikili ilişkilerinin varlığıdır.
Bu ilişkiler de Türkiye'nin bölgedeki stratejik konumu açısından büyük önem taşıyan niteliktedir.
Bütün bu hususlar dikkate alındığında, GOP'un Türkiye açısından hem iç hem de dış sorunlar doğurması kaçınılmaz görünmektedir.
Amerika'nın "Ilımlı İslam" yaklaşımı her şeyden önce Türkiye'nin toplumsal ve siyasal yapısı ve iç politikası açısından sakıncalar taşımaktadır.
Bir İslami diktatörlükte, demokratik açılım sayılabilecek olan "Ilımlı İslam" yaklaşımı, laik ve demokratik bir rejime sahip Türkiye için hiç kuşkusuz, bir geriye gidiş, demokrasiden ödün veriş anlamını taşımaktadır.
Öteki İslam diktatörlüklerine "Ilımlı bir İslam devleti modeli" olması için, Türkiye'nin rejiminden fedakarlık etmesi, tarihin, aklın, toplumun ve siyasetin kabul edebileceği bir husus değildir.
Ayrıca böyle bir geriye gidişin Avrupa Birliği açısından da (aynen türban olayında olduğu gibi) çok ciddi sakıncalar taşıyacağı açıktır.
GOP'un uygulama aşamasında ise ortaya çıkacak sorunlar daha da önemli görünmektedir.
Türkiye'nin, Amerika'nın bölgedeki operasyonları için bir üs halini alması, bölgedeki konumunu önemli ölçüde sarsabilir.
Ayrıca buradaki bir başka tehlike, GOP'un uygulanması sırasında barışçı yolların çabuk sonuç vermemesi ve bugünden öngörülmeyen başka gelişmeler üzerine üzerine, işlerin Irak-Amerikan ilişkilerine benzer bir yola dökülmesidir.
Böyle bir durumda Türkiye tam bir çıkmazla karşı karşıya kalacaktır.
Öte yandan Türkiye'nin GOP için yapabileceği pek çok şey vardır:
Ekonomik kalkınma, eğitim, medyanın gelişmesi, açık ve demokratik bir toplum için örgütlenme gibi alanlarda, Türkiye bölge ülkelerine pek çok katkıda bulunabilir.
Ayrıca konumu itibarıyla Türkiye'nin böyle bir projenin dışında kalması da ne olanaklıdır, ne de arzu edilir.
Bu nedenle, hiç zaman yitirmeden Türkiye'nin "laik ve demokratik bir bölgesel güç olarak" derhal GOP'un asli ögelerinden biri sıfatıyla masaya oturması ve planlama faaliyetlerine etkin bir "stratejik ortak" kimliğiyle katılması gerekmektedir.
www.kongar.org
Mustafa MUTLU: Bu Gençleri Gördüm Ya!
Siz bu yazıyı 30 Ekim Pazar günü okuyacaksınız ama ben 28 Ekim Cuma akşamı yazdım…
Saat 22:00’ye geliyor… Az önce; Twitter’da örgütlenen gençlerin Kadıköy Belediyesi’nin organizatörlüğünde düzenledikleri Van’a Yardım Zinciri kampanyasının merkezinden geldik kızımla…
Merkez, Kadıköy Belediyesi’nin alt katında kurulmuş… Binaya girerken ilk dikkatimizi çeken şey, kapının önündeki TIR’dı… Sol tarafta birer adım arayla yan yana sıralanmış 30’a yakın genç, elden ele aktararak koli yüklüyordu bu TIR’a…
Belli ki saatlerdir çalışıyorlardı ama birinin bile yüzünde bıkkınlık, yorgunluk ifadesi okunmuyordu…
***
Binaya girdiğimizde neye uğradığımızı şaşırdık:
Sağ taraftaki geniş boşlukta yüzlerce genç, sol tarafta binlerce koli ve poşet dolusu yardım malzemesi vardı…
Ortadaki merdivenin ortalarında eli mikrofonlu genç bir adam, son derece kibar ifadelerle gençleri yönlendiriyordu:
“İlaçlar arka taraftaki odaya lütfen…”
“Bantladığınız kolilerin üzerine, içindekileri yazmayı unutmayın…”
“Bantladığınız kolilerin üzerine, içindekileri yazmayı unutmayın…”
***
Merdivenin en üst basamağına oturmuş, olup bitenleri izleyen Belediye Başkanı Selami Öztürk’ü gördüm o sırada… Gözleri dolu doluydu.
Salondaki gençlerin arasında okul üniformasıyla gelmiş liseli kızlar, kravatlarını bile çıkarmamış delikanlılar vardı. Çoğu birbirini ilk kez orada görmüştü ama inanılmaz dostluklar kurmuşlardı:
Hem de, “Şunu alır mısın, bunu verir misin” dışında tek kelime bile konuşmadan…
Üç uzun “tasnif bandı” kurulmuştu merdivenin yanındaki boşlukta… Yardımseverlerin getirdiği poşetler ve koliler bu tezgahların en başında açılıyor; sonra kendi evlerinde bir kez bile elbise katlamamış o genç eller; bin yıllık tezgahtar ustalığında giyim eşyalarını katlayıp, türüne göre ayrı kolilere yerleştiriyordu…
Doktorlar vardı başka bir masanın başında; önce gelen ilaçların son kullanım tarihlerine bakıyorlar, sonra işlevlerine göre özel ambalajlara yerleştiriyorlardı…
“Ayakkabıcılar”, “battaniye ve çadırcılar” başka başka masadaydı…
***
“Çok uyumlu çalışıyorlar, inanılmaz özverililer ama kötü bir huyları var” dedi Selami Başkan ve babacan bir ifadeyle ekledi:
“Acıkmıyorlar!”
Anlamadığımı görünce ayağa kalktı ve elinde mikrofon bulunan gence “Yemek zamanı, herkes yemekhaneye” anonsu yaptırdı…
Gerçekten de gençlerin biri bile aldırmadı bu talimata…
Sonra talimat yinelendi, yine işi bırakıp yemeğe giden olmadı…
“İşte; bunlar böyle” dedi Selami Başkan, “Yemiyorlar, içmiyorlar ve buradaki yardım malzemelerini Van’daki kardeşlerine bir saat erken gönderebilmek için insanüstü bir gayretle çalışıyorlar…”
***
Sohbet iyiydi ama “hayat” aşağıdaydı… Muhabbeti kesip, kızımla birlikte “eşya tasnif edenler”in bulunduğu tezgahlardan birine geçtik. Ben kolileri yerleştirdim, kızım tasnifçi oldu… Hemen bağırlarına bastılar bizi, hiç yabancılık hissettirmediler… Ve iki saat içinde yüze yakın koli hazırlayıp, TIR’a taşıyan “insan zinciri”ne aktardık…
O iki saat boyunca işimi aksatmamak kaydıyla tek tek gözlerine bakmaya çalıştım o gençlerin:
Hani; duyarsız…
Hani; apolitik…
Hani; sorumsuz…
Hani; bilinçsiz…
Hani; bencil olduklarını düşündüğümüz ve söylemekten çekinmediğimiz o gençlerin gözlerinde; inanılmaz bir şeyler gördüm.
“Şey” diyorum; çünkü anlatmakta sıkıntı çekiyorum!
Kadere isyan gibi bir şey…
Başkaldırı gibi bir şey…
Aşk gibi bir şey!
***
Evet; keşke bu yardımlara, bu kampanyalara, bu özverili gençlerin çabalarına hiç gerek kalmasa…
Keşke; saçma sapan işlere milyarlarca lira harcayan devlet çözse tüm sorunları…
Ama madem olmuyor; o zaman gün, odaya kapanıp bilgisayar başında ahkâm kesme, heves kırma günü değil hanımlar, beyler…
Sadece evdeki eskileri toplayıp göndermekle de tamamlanmıyor “sosyal sorumluluk…”
Asıl iş, yardım toplama merkezlerinde…
Özellikle kilo sorunu olanlar, depresyona girenler, bu halktan umudunu kesenler; sözüm size:
Spora ve psikoloğa ayıracağınız iki saati, hiç değilse bugünlerde bu merkezlerde çalışmaya ayırın…
Günde iki saat çalışarak, haftada en az dört kilo vereceğinizi…
Ve depresyon ilaçlarınızı çöpe atacağınızı garanti ediyorum!
***
Ve son bir söz, Türkiye’nin dört bir yanındaki yardım merkezlerinde “yıldız parlatan” on binlerce gence… Yani, “tezgah arkadaşlarım”a:
Gözlerimi yaşartıyorsunuz çocuklar…
Ellerinize, o saf yüreklerinize, bitmeyen enerjinize sağlık!
Sizinle gurur duyuyorum!
***
YARDIMSEVERE UYARILAR!
- Kullanılmış giysilerinizin temiz ve sağlam olmasına dikkat edin… Örneğin delik çorabınızı ya da kullanılmış iç çamaşırınızı yardım torbasına değil, bir zahmet çöpe atın.
- Kombinezon, mayo, şort, porno dergisi gibi eşyalarınızı kendinize saklayın.
- Yardım merkezlerinde çalışacaksanız; gaza gelip benim gibi boyunuzdan büyük işlere kalkışmayın… Örneğin belinizde problem varsa, “koli taşıma zinciri”nden uzak durun! Yoksa ananız ağlar… (Buna da garanti diyorum!)
- Ve eğer 12-25 yaş arası çocuklarınız varsa… Bu merkezlerdeki dayanışmayı görmelerini mutlaka sağlayın… Hayata bakışlarının değişeceğinden de emin olun!
***
GÜNÜN SORUSU
Bugün Pazar… Çalışmıyorsanız… Yapacak bir şey olmadığı için uyukluyorsanız… Ve bu yazıyı okuduğunuz halde; hâlâ bir yardım merkezine koşmuyorsanız… Sorum size:
İyi misiniz?
Mustafa Mutlu
Vatan
Vatan
Emin Çölaşan: Millete Görünme Asker, Kışlada Kal!
SEVGİLİ okuyucularım, Cumhuriyet bayramınız kutlu olsun ama bayramı bile bize çok görüyorlar. Türkiye dün şok bir kararla daha sarsıldı. 29 Ekim günü Cumhuriyet Bayramı nedeniyle yapılacak geçit törenleri “Deprem nedeniyle (!)” iptal edildi. Olacak şey değildir.
Tayyip’in imzasıyla dün Resmi Gazetede yayınlanan genelge aynen şöyle:
“23 Ekim 2011 tarihinde Van ili ve çevresinde meydana gelen deprem felaketi nedeniyle 29 Ekim bayramı kutlama törenlerinin sadece çelenk koyma ve tebrikleri kabul törenleri şeklinde icra edilmesi; tören geçişi, resepsiyon gibi diğer kutlama faaliyetlerinin yapılmaması uygun görülmüştür. Bilgilerini ve gereğini rica ederim.”
Şimdi burada sormak gerekiyor:
Van depremi ile Cumhuriyet Bayramında yapılan geçit törenlerinin ne ilgisi var?
Türkiye deprem nedeniyle ulusal yas mı ilan etti?
Eğer öyleyse, nasıl oluyor da bütün eğlence yerleri açık? Gece kulüpleri, diskotekler, barlar ve pavyonlarda eğlence dibine kadar devam ediyor. Ekranlarda şen şakrak magazin programları alabildiğine sürüyor.
Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!
Varsayalım ulusal yas ilan edilmişti. İyi de, bunun geçit törenleri ile ne ilgisi olabilir?
***
Dünkü gazetelerde kısacık verilen bir haber yer alıyordu:
“Gül, Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Necdet Özel arasında MGK toplantısı öncesinde yapılan üçlü toplantıda, geçit törenlerinin iptal edilmesine karar verildi.”
Bunu dün sabah okuduğum zaman inanmadım. Dedim ki “Mutlaka yanlıştır. Bay Abdullah Gül ve Tayyip bunu isteyebilir. Ancak Genelkurmay Başkanı Necdet Özel bu isteğe mutlaka karşı çıkar. Onlar Cumhuriyet’in bir geleneğini daha yok etmek isteyebilir ama Genelkurmay bu tuzağa düşmez…”
Dün Tayyip’in depremi bahane eden (!) genelgesi Resmi Gazetede yayınlanınca, bu inanılmaz haberin doğru olduğu ortaya çıktı.
Belki de şöyle düşünmüşlerdi:
“Hem Güneydoğu operasyonları, hem de Van depreminde epeyce para harcadık. Hiç değilse geçit törenlerini iptal edip bir miktar tasarruf yapalım!”
Olmaz olmaz demeyin lütfen, Türkiye’de olmaz olmaz!
***
Ama asıl neden başka. Şimdi bu olayı ülkemizde daha önce yaşananlarla birlikte değerlendirip, gerçek yüzüne bakalım:
AKP hükümeti, askeri ortalıktan toz etmeye çalışıyor ve bu amaçla elindeki bütün kozları kullanıyor.
Medyadaki entel-liboş-şeriatçı-sözde demokrat takımı da, onların bu amacına bütün gücüyle destek veriyor. Bunlar askerin tümüyle ortadan çekilmesini, 30 Ağustos ve 29 Ekim günlerinde yapılan geçit törenlerinin tümüyle kaldırılmasını istiyor.
Anladığım kadarıyla, AKP hükümeti tarafından Genelkurmay Başkanı yapılan Necdet Özel de aynı fikirleri paylaşıyor. Belki de bu fikirleri siyasetçilerin karşısına o getiriyor.
(Şimdi bunları yazarken, Paşa’nın 30 Ağustos günü Bay Abdullah Gül’ün karşısındaki duruşu gözümün önüne geliyor! Gül’ün karşısında topuk selamı veren, esas duruşta ve başını öne eğmiş bir Orgeneral!.. Genelkurmay Başkanı! Zaten bu fotoğraf her şeyi anlatıyor!)
(Şimdi bunları yazarken, Paşa’nın 30 Ağustos günü Bay Abdullah Gül’ün karşısındaki duruşu gözümün önüne geliyor! Gül’ün karşısında topuk selamı veren, esas duruşta ve başını öne eğmiş bir Orgeneral!.. Genelkurmay Başkanı! Zaten bu fotoğraf her şeyi anlatıyor!)
***
Hükümetin niyeti belli… Ordumuzu halkın gözünden saklamak… Onu kışlasında tutmak… Ve bu amaçla, gerekirse Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılından beri süregelen geleneklerini bile yok etmek.
Siyasi iktidar bunu isteyebilir. İyi de, Genelkurmay Başkanı bu uygulamaya nasıl “Evet” der? Niçin itiraz etmez? Böyle anlamsız bir karara nasıl katılır?
Deprem falan işin palavrası…
Amaç, yukarıda anlattığım gibi. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Şimdi belki bana sorarsınız:
“Adamlar bir karar almış. Bunu niçin bu kadar büyütüyorsun be kardeşim?..”
Büyütmüyorum çünkü bu ilk örnek değil. Şimdi size yakın geçmişten bir örnek daha vereceğim.
Mustafa Kemal Paşa, 27 Aralık 1919 günü Ankara’ya geldi. Meclis açılacak, uzun soluklu kurtuluş mücadelesi Ankara’da başlayacaktı. Ankara ahalisi ve Seymenler tarafından Dikmen sırtlarında törenle karşılandı.
Bu tarih her yıl Ankara’da törenlerle kutlanır.
Törenlerin en ilginç olanı ise, Harp okulu subay ve öğrencilerinin okullarından başlayıp Ulus’ta biten uygun adım koşusudur. Türkiye’de bu göz yaşartıcı tablonun başka bir örneği yoktur. Binlerce öğrenci bayrakları ve silahları ile Ankara caddelerinde uygun adımla koşar… Ve binlerce Ankaralı bu koşuyu ve Seymenlerin yürüyüşünü seyreder, alkışlar (dı).
Geçen yıl (27 Aralık 2010 günü) Ankara Valiliği bu olayı yasakladı.
Gerekçe ilginçti:
“Trafikte aksama yaşanmasın, genel hayat olumsuz etkilenmesin!”
Valiliğe bu emir yine bu hükümet tarafından verilmişti. Koşu böylesine anlamsız bir gerekçe ile yasaklanırken, Genelkurmay’dan aynı gün gelen açıklamada ise “Geleneksel garnizon koşusu, güzergâh verilmediği için yapılmayacaktır” denilmekte idi!
Genelkurmay aynen bugün yaptığı gibi bir kez daha başını eğmiş, olanları kabullenip teslim bayrağını çekmişti.
Kaynağını taa 1919 yılından alan, 1932 yılında Atatürk’ün onayı ile başlatılan Seymen yürüyüşü ve garnizon koşusu geleneği böylece el birliği ve Genelkurmay işbirliği ile yok edilmişti.
***
Dün Tayyip tarafından iptal edilen geçit törenlerinin depremle mepremle uzaktan yakından ilgisi yok. Amaç, Türk ordusunun burnunu mümkün olduğunca sürtmek ve askeri kışladan dışarı çıkarmamak…
Askerin, milletimizden alkış almasını sona erdirmek…
Cumhuriyet’in gelenekleri bu iktidarın elinde birer birer yok edilirken Genelkurmay Başkanlığının bu olanlara sessiz kalması, bırakın sessiz kalmayı da bir yana, çanak tutup onay vermesi, aklın alacağı bir şey değildir.
Paşa’ya bir yerde rastlasam, soracağım:
“Ne oluyor Necdet Paşa, bunları içinize nasıl sindiriyorsunuz?..”
“Ne oluyor Necdet Paşa, bunları içinize nasıl sindiriyorsunuz?..”
Çünkü el ele vermişler, hedefe doğru adım adım, yavaş yavaş, çeşitli bahanelerle yaklaşıyorlar.
Ya trafik aksıyor, ya deprem oluyor!.. Ve törenler böyle saçma sapan gerekçelerle, Genelkurmay’ın da –ne yazık ki- onayı ile iptal ediliyor.
Olan Cumhuriyet’in geleneklerine ve Türk ordusunun onuruna oluyor. Ordumuzun onuru yara alıyor.
Bunu biz dışarıdan görüyoruz da, karargâhların ta göbeğinde yaşayan en yüksek rütbeliler acaba görmüyor mu? Ya da, siyasi iktidarın oyununa nasıl düştüklerini görmek istemiyorlar mı?
Ayıptır yahu, yakışmıyor.
Sözcü
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)